Şirazlı Sâdî’den Düşündüren Kısa Hikayeler
Şirazlı Sâdî’den Düşündüren Kısa Hikayeler
Malik Bin Dinar ve Hırsız Hikayesi
Bir hırsız, bir gece Malik Bin Dinar‘ın evinin duvarından içeriye kolayca girmeyi başardı. Evin içine girdiğinde çalmaya değecek hiçbir şey bulamayınca hayal kırıklığına uğramıştı. Malik namaz kılıyordu. Yalnız olmadığını fark edince, çabucak dualarını sonlandırdı ve hırsıza döndü.
Şaşkınlık ve korkutma belirtisi göstermeden, huzurla, gönül rahatlığıyla şöyle dedi:
-Kardeşim, Allah seni affedebilir. Evime girip, almaya değecek hiçbir şey bulamadın, yine de faydalanmadan gitmeni istemiyorum .
Başka bir odaya gitti ve su dolu bir sürahi ile geri geldi. Hırsızın gözlerine baktı ve dedi ki:
-Abdest al ve iki rekat namaz kıl, çünkü bunu yaparsan, evimi başlangıçta aradığından daha büyük bir hazine ile terk edeceksin.
Malik’in tavırlarını ve sözlerini duyan hırsız,
-Evet, bu gerçekten cömert bir teklif, dedi.
Abdest aldı ve iki rekat namaz kıldıktan sonra,
-Ey Malik, iki rekat daha namaz kılmak için bir süre daha kalabilirmiyim? ” diye sordu.
Malik, kabul etti.
-Allah’a dua et, dedi.
Hırsız tüm geceyi Malik’in evinde geçirdi. Sabaha kadar dua etmeye devam etti. Sonra Maalik,
-Şimdi git ve iyi ol, dedi.
Ama ayrılmak yerine hırsız dedi ki;
-Dilediğim kadar kalabilirmiyim? ”
Hırsız kalmaya devam etti ve her gece geç saatlere kadar dua etmeye ve her gün oruç tutmaya başladı. Sonunda ayrılmaya karar verdiğinde, hırsız,
-Ey Malik, günahlarım için ve eski yaşam tarzım için tövbe ettim, dedi.
Malik,
-Kabul edip etmemek, Allah’ın elinde, dedi.
Adam doğruluk ve Allah’a itaat dolu bir hayat sürmeye başladı.
O Malik Bin Dinar’dan çalmaya gitti, Malik Bin Dinar onun kalbimi çaldı.
Bir İhtiyarın geçen gençliğine içini çekmesi hakkında hikaye:
Gençliğimde, bir gece birkaç gençle birlikte oturmuştuk. Yüzlerimiz gül gibi taze idi, bülbüller gibi şakıyorduk. Utanmayı kaldırmış, Gürültümüzle mahalleyi doldurmuştuk.
Yanı başımızda cihan görmüş bir ihtiyar oturuyordu. Feleğin çevriyle gecesi gündüz olmuştu.
Bizim dudaklarımız fıstık gibi güldüğü halde, onun dudağı fındık gibi kapalı idi.
İçimizden biri, ihtiyarın yanına gitti ona:
-Babacığım, başını gam yükünden kaldır. Gel, gençlerin meclisinde bizimle gez, biraz neşelen, dedi.
Çok yaş yaşamış ihtiyar, yavaşça başını kaldırdı. Hakimane bir edâ ile şöyle dedi:
” Gül bahçesinde sabah yeli estiği zaman salınmak, genç ağaçlara yaraşır.
Ekin kısmı, yeşil ve taze iken salınır; sarardımı kırılır.
İlkbaharda kokulu söğüt yapraklanır; fakat kocamış ağaç kuru yapraklarını döker.
Bana artık gençlerle gezip tozmak yaraşmaz. Çünkü yanağında ihtiyarlık sabahı belirmiştir.
Ayağı bağlı doğanım evvelce uslu uslu dururken, şimdi ayağımdaki ipi koparmak istiyor (canım bedenimden uçmak istiyor)
Bu sofra şimdi sizindir, mübarek olsun. Biz artık yaşamadan el çektik. Başa ihtiyarlık tozu çökünce, artık gençlikteki zevk ve neşeyi bekleme.
Benim kuzgun kanadıma kar yağdı. Artık bana bülbül gibi bahçe temaşası yakışmaz.
Güzellik sahibi tavus salına salına gezebilir; fakat kanadı kopmuş, yolunmuş doğandan ne beklersin?
Benim ekinim kemale erdi, biçmek vakti geldi çattı. Sizin ise ekininiz yeni yeşeriyor.
Bizim, gülistanımızın tazeliği geçti. Solan güllerden kim demet yapar?
Şimdi ben değneğe dayanıyorum. Artık hayata dayanmak benim için hatâdır.
Bir ayak üzerinde seksen defa sıçramak gençlere mahsustur. Zavallı ihtiyarlar elleriyle tutunmadan kalkamazlar. “
Padişah ve Şehzadesi
İşittim ki bir padişahın şehzadelerinden birisi kısa boylu, gösterişsizmiş. Öbür kardeşleri ise uzun boylu, güzel yüzlü imişler.
Bir gün padişah o kısa boylu oğluna onu beğenmediğini sezdiren manâlı bir bakışla bakmış. Zeki şehzade işi anlamış. Babasına lâzım gelen hürmeti ifadan sonra şöyle demiş:
-Şah baba!
Akıllı kısa, câhil uzundan daha iyidir.
Boyca her büyük (boyu uzun) olanın kıymette daha iyi olması lâzım gelmez.
Koyun pâktır; fil murdardır.
Yer üzerindeki dağların en küçüğü Tur’dur; fakat Cenabı Hakkın indinde kadir ve mertebece diğer dağlardan daha büyüktür.
İşittin mi, bir gün bir zayıf âlim bir şişman ahmağa şunu demiş:
Arap atı zayıf ise de bir tavlı eşekten daha iyidir.
Şehzadenin sözüne babası gülmüş, devlet erkânı beğenmişler, fakat kardeşleri yürekten incinmişler.
Bir insan söz söylemedikçe ayıbı, hüneri gizli olur.
Her ormanı boş sanma; içinde bir kaplanın uyumuş olması pek mümkündür.!
İşittim ki o sırada çetin bir düşman padişaha harp ilân etmiş. İki ordu karşı karşıya gelmişler. Meydanda ilk evvel atını oynatan o şehzade olmuş ve düşmana hitaben şöyle demiş:
-Ben o kimse değilim ki cenk gününde arkamı görmüş olasın. Kanlı toprak arasında bir baş görürsen işte bu benim, (yani başımı verir, dönmem.) Harbe giren kendi kanıyle oynar. Kaçacak olursa ordunun kanıyle oynamış olur.
Şehzade bunu söyledikten sonra düşman askerine hücum etmiş. İşe yarar yiğitlerden birkaçını öldürülmüş. Sonra dönüp babasının huzuruna gelerek:
-Muhterem baba, demiş, şahsım sana hakir görünmüştü. Sakın şişmanlığı hüner saymıyasın. Muharebe meydanında da ince belli arap atı işe yarar, besili öküz bir şey yapamaz.
Nakletmişler ki, düşman çok, bunlar az imişler. Askerin bir kısmı kaçmak istemiş. Şehzade:
-Yiğitler,savaşın ki kadın elbisesi giymiyesiniz!, diye haykırmış.
Şehzadenin bu sözü üzerine süvarilerin hiddeti, şiddeti artmış. İşittim ki hemen o gün içinde düşmanı mağlûp etmişler.
Bunun üzerine padişah şehzadenin başını, gözünü öpmüş, onu kucaklamış. Ona karşı hüsnü nazarını her gün biraz daha arttırmış. Nihayet onu veliaht yapmış.
Kardeşleri kıskanmışlar, yemeğine zehir koymuşlar. Çardaktan bu suikasti gören kız kardeşi pencerenin kanatlarını birbirine vurmuş.
Zeki çocuk işi anlayarak yemekten elini çekmiş ve:
-Hünerliler olsun de hünersizler onların yerlerini tutsunlar, bu olmayacak bir iş, demiş.
Dünyada hüma kuşu kalmasa dahi baykuşun gölgesi altına kimse gelmez.
îşi padişaha, duyurmuşlar. Padişah diğer oğullarını çağırtıp, lâzım geldiği surette cezalandırmış. Sonra memleketi çocukları arasında taksim etmiş, her birine memnun olacak bir parçayı vermiş. Bu suretle fitne yatışmış. Münazaa kalkmış.
Zira demişler ki:
«On derviş bir kilimde uyurlar, iki pâdişâh bir iklime sığamaz.»
Allah adamı, bir ekmeğin yarısını yerse, yarısını fakirlere verir.
Hikaye
Bir fakih oğluna:
-Vaizlerin güzel sözlerinden hiçbirisi sana neden tesir etmiyor? dedi.
Oğlu cevap verdi:
-İşlerini sözlerine uygun görmediğim için.
Vaizler halka dünyayı terketmeyi telkin ederler. Halbuki kendileri parayı kazanmaya, yığmaya çalışırlar.
Bir âlim ilimle âmil değilse, söylediği zaman kimseye tesir etmez.
Âlim o kimsedir ki fena bir şey yapmaz. Halka yapın deyip de kendisi yapmayan âlim değildir.
Cenabı Hak buyurmuşdur ki halka iyilik yapmayı emrediyorsunuz, kendinizi unutuyor musunuz?
Zevkince ömür süren, zevkine düşkün bir âlim, kendisi yolu kaybettiği hâlde âleme yol göstermeğe kalkan adama benzer.
Babası şöyle cevap verdi:
«Çocuğum, bu bâtıl kuruntu ile vâizlerin terbiyelerinden mahrum olmak, öğütlerinden yüz çevirmek, tembellik yolunu tutmak; âlimleri azgın gibi görmek, mâsum bir âlim bulacağım diye ilmin fevâidinden mahrum kalmak yakışmaz. Sen bu bâtıl hayâl ile eski meseli yenilemiş olursun.
Mesel şöyledir:
Bir kör, gecenin birinde çamura düşmüş:
-Müslümanlar yoluma bir kandil tutun! diye bağırmaya başlamış.
Ahlâksız biri, körün bu sözünü işitince:
-Sen ki görmezsin, kandil ile neyi göreceksin? demiş.
Çocuğum, vaaz meclisi kumaşçılar çarşısı gibidir. Orada para vermedikçe bir mal alamazsın.
Buraya da istek ile gelmezsen mes’ut olamazsın.
Âlimin işi sözüne benzemezse de sen yine onun sözünü can kulağiyle dinle, şarlatan bir kimsenin; uyuyan uyuyanı uyandırmaz, dediğine bakma, o saçma bir sözdür. İnsan duvar üzerine yazılan bir nasihati dahi kulağına küpe etmelidir.
Tevazu Hakkında
Ey insan! Cenabı Hak seni topraktan, yaratmıştır.
Toprak gibi mütevazi ol. Mademki topraktan yaratıldın, ateş gibi haris, cihanı yakıcı, inatçı olma.
Korkunç ateş baş çekti, yükseldi, sivrildi. Toprak ise acz ve alçaklık gösterdi. (Serkeş, baş çeken de ateşin vasıflarındandır).
Ateş yükseldiği için (kibirlendiği için) ondan şeytan yaratıldı. Toprak tevazu gösterdiği için, ondan Âdem yaratıldı.
Hikaye
Bir buluttan deniz üzerine bir damla damladı. Denizin genişliğini görünce utandı.
Kendi kendine: «Deniz bulunan yerde ben kim oluyorum. Eğer o var ise, doğrusu, ben yok sayılırım» dedi.
Damla kendini hakir gördüğü için, sedef onu bağrına bastı, naz ile besledi.
Felek o damlayı öyle yükseltti ki,
padişahların taçlarına lâyık inci oldu.
Damla kendisini alçak gördüğü için yücelik buldu.
Yokluk kapısını kaktığı için var oldu.
Akbaba ile Çaylak Hikayesi
Bir akbaba, bir çaylağa:
-Benden daha ziyade uzağı gören hiçbir insan, hiçbir kuş yoktur, dedi.
Çaylak ona:
-Bu bir dâvadır, isbatı lâzımdır. Haydi bakalım, şu ovanın etrafında neler görüyorsan söyle, dedi.
Akbaba bulunduğu nokta ile toprak arası bir günlük olan yüce yerden aşağılara doğru baktı ve;
-Eğer sözüme inanırsan, ovanın filânca noktasında bir tanecik buğday gördüm, dedi.
Akbabanın bu sözü çaylağm hayretini mucip oldu:
-Pekâlâ! Haydi inelim, bakalım. Sözün doğru mudur? dedi.
Birlikte aşağı indiler. Akbaba hemen taneye doğru koştu. Halbuki o buğday tanesi bir tuzağın üstüne konulmuş imiş. Akbaba buğdayı alayım derken tuzağa tutuldu.
Zavallı akbaba feleğin ona tuzak kurduğunu, bir buğday için tuzağa esir olacağını bilemedi.
Her sedef inciye gebe olmaz. Her atıcı, nişangâha vuramaz.
Akbabanın tuzağa tutulduğunu gören çaylak ona hitaben,
–Arkadaş! Tuzağı göremedikten sonra taneyi görmekten ne çıkar, dedi.
(Şirazlı Sâdi Gülistan ve Bostan eserinden hikayeler.)