Denizlerin Fatih’i,Kaptanı Derya ,Barbaros Hayreddin Paşa’nın hatıraları

Barbaros hayreddin paşa‘nın hatıraları’ndan (gazavat-i hayrettin paşa) alıntılardır:

Barboros Hayrettin Paşa’nın  gazalarini anlattigi hatiratidir. Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle kaleme alinmistir. Hayreddin pasa’dan yaptigi tüm savaslari nazimla destan edip söyleyen Seyyid Muradi’ye bu görevi vermistir.

Kapdan-ı Deryalığım-

Kabul merasimi muhteşem oldu. Divan-ı Hümayun, merasimlere

mahsus şekilde toplanmıştı. Bütün vezirler hazırdı. Padişahın iki yanına

dizilmişlerdi. Yalnız Halep’te bulunan Vezir-i azam Damat İbrahim Paşa

yoktu. 68 gün önce, İran seferine çıkmak üzere İstanbul’dan ayrılmış.

Cihan’ın Hakanı, getirdiğim acizane hediyelere teşekkür etmek

tenezzülünde bulundu. Bana ve reislerime muhteşem hıl’atler giydirildi. Bu

yaşa geldim, bugünkü kadar sevindiğimi hatırlamam. Padişahımız

efendimiz:

“Baka Paşa, dedi; “seni kapdan-ı derya yapmak isterim. Göreyim

donanmay-ı hümayunumu nasıl idare eder; ne zaferler kazandırırsın!

Cezayir beylerbeyliğini de senden almıyorum. Dilediğin kimseyi vekil yap,

Cezayir’i senin adına idare etsin! Ancak bütün bu işleri Halep’te bulunan

vezir-i azamım İbrahim Paşa ile görüşmek gerek. Tez ata atla, Halep’e git.

Avdette gene görüşürüz!”

Merasimden sonra tek başıma Süleyman Han’la görüştüm. İspanya’nın

Batı Akdeniz’de vurulmasını irade buyurdu. Bir ara Doria’dan bahsedince

nefsimi zaptedemedim:

“Padişahım, dedim; “Doria ne köpek olur da mübarek ağzınıza alırsız?”

Birden yaptığım terbiyesizliği anladım ve çok mahcup oldum. Cihan

Padişahı’na karşı böyle konuşulamazdı. Çok nazik olan Süleyman Han,

tebessüm etti ve kusuruma bakmadığını ima buyurdu. Rahatladım.

Huzurdan çıktım. Birkaç gün İstanbul’da kaldım. Çok yürük bir ata

atladım. 10 günde Halep’e geldim. Söylendiğine göre şimdiye kadar

İstanbul – Halep yolunu kış içinde 10 günde alan süvari işitilmemiş. Yalnız

Bursa ve Konya’da birer gece geçirdim. Diğer geceler, çok yorulunca

atımdan inip münasip bir yerde bir-iki saat uyur, kalkardım. Konya’ya

vardığımda Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri’nin mübarek makamlarını

ziyaret ettim. 10 günün hitamında Halep’e geldim. Vezir-i azam Damat

İbrahim Paşa’nın kaldığı saraya indim. Paşa, padişahımızla akran, 40

yaşlarında, zarif, nazik, çok zeki bir adamdı. Halep’te kaldığım 2 gün

boyunca kendisiyle Avrupa’nın siyasi vaziyetini ve Donanmay-ı

Hümayun’un harekatını konuştuk. Elime kapdan-ı derya olduğum hakkında

bir ferman verdi; sırtıma bir hıl’at giydirip beni selametledi.

Gene 10 günde Halep’ten İstanbul’a geldim. Dünyanın en büyük

donanmasının başına geçtiğim için sonsuz bir sevinç içindeydim. Bu öyle

bir donanmaydı ki, cümle Frengistan’ın donanmaları birleşse alt etmek

kaabil olmazdı.

“Hoş geldin kaçağan lalam!”

( Lala : Tecrübeli devlet adamları hakkında sevgi ve saygı belirten bir tâbir)

 Padişaha karşı gösterilecek adabı ve selamı yerine getirdim, ve devam-ı devlete dua eyledim. Sultan Süleyman’ın ilk sözü, tebessüm ederek: “Hoş geldin kaçağan lalam!” Oldu. Sonra: “Otur!” Deyu işaret eyledi. Üçüncü defa işaret eylediğinde edep ve huşu üzre tıfl-ı mektepçesine diz çökp oturdum. Sonra Hünkar hazretleri ile sohbete girişip, başımdan geçen serencamı baştan sona kadar nakl ü beyan eyledim. Padişah dahi ahvale gereği gibi vakıf olduktan sonra : “Hemen sağ olasın mücahit lalam!” Diyerek sırtımı sığadı, kürk giydirdi. Ve: “Kaptan-ı deryasın!” Deyu yerimde sabit kıldı.

 O zaman ben dahi şevketlü Padişah-ı alempenah hazretlerine bir inci tezbih ile bir pusulalı elmas yüzük ve bir cevahir taş oturtma altın saat takdim eyledim. Bu üç kıymetli hediye, kırlangıçlar gelip, beni alelacele huzur-ı Padişahiye götürdüklerinde koynumda idi. Bu üçüne sonradan on iki bin kese akçe kıymet biçilmiş. Geminin yarı yükü Padişah ve vezirler için hediye idi. Öyle iken kapılara yetişmedi. Gemiyi getirip tersane-i Amire’ye bağladık. Bütün halk yer yerden gelip: “Hayreddin Paşa’nın gemisidir!” Deyu ziyaret ederler! “Tebarekallahu ahsen-ul Halikiyn!” Derlerdi. Halk şöyle dursun bizzat şevketlü Hünkar kendisi gelip ziyaret eyledi. Öyle ki bir gören, bir daha göreyim derdi. Böyle bir gemi idi

Seherde Gördüğüm Rüya

Seherde gördüğüm rüya O gece: “Allahım, İslamı kafirler üzerine kuvvetli kıl! İslama nusret ihsan eyle!” Diye sabaha kadar tazarru ve niyaz eyledim. Seher vaktinde uyku ile uyanıklık arasındaşunu gördüm: “Yattığımız limanın yalı kenerında, sanki karada, birçok ufacık serdin balığı çıkmış Amma ol ufacık serdin balıklarının içinde iki tane karnı yarık balık vardı. Bunlar seyr eder duruken, bir şahıs biralata binbiş dolu dizgin yanıma geldi, atın başını çekip durdu. Bir peştemal dolusu ufacık balığı elime verip: Aa bunu ya Hayreddin! Halife-i ruy-i zemin olan şevketlü Sultan Süleyman’a peşkeş ver, dedi. Sonra çıkarıp elime bir rik’a vererek kayboldu Ben de rik’ayı açıp baktım. Gördüm ki, beyaz kağıt üzerine yeşil hat ile -Nasrun min Allahi ve fethun karıb ve beşşiril mü’minine ya Muhammed- deyu yazılmış. bunu okuyup yüzüme gözümesürdüm. “Sana hamd ve şükürler olsun ya Rabbi!” Diyerek uykudan uyandım. Rüyayı kendim tabir ettim. “İnşallah ol ufacık balıklar kafir donanmasının firkateleri ve sandallarıdır. Erzak ve ganimetlerle İslam askerenin tok doyum olacağına işarettir. Karnı yarık balıklar ise kafirlerin kadırgalarıdır. Gaib bilinmez amma, içinde olan kafirleri firar etmiş olmalı Padişah-ı alem-penah hazretlerine peşkeş ver dediği peştemal dolusu ufacık balık, inşallah, yakında Boğdar’ın fetih haberi geleceğini işarettir. Çünkü şimdilerde

Padişah-ı alem-penahBoğdan üzerine gitmiştir. İçinde nusret ayetleri yazımı olan rik’a ise, inşallah, Allahın yardımı, Peygamber’in mucizesi, enbiyaların himmeti ile düşmana mansur ve muzaffer olmamıza işarettir.” Diyerek hamd ü senalar ettim. Baktım ki nusret rüzgarı içerden dönmeye başladı. O zaman: “Bismillah, tevekkelü alellah, niyyeti gaza, kasdı kafir!” Diyerek mübarek bir saatte salpa eyleyip, badbanları döküp, pupa rüzgarla fecirvaktinde seksen pare gemi olmak üzere kafir donanmasının üzerine hucüm ettim.

Preveze Deniz Savaşı

 Biz Eğriboz’da azıklanırdık, kafirler ise İspanya, Papa, Venedik üçü birlik olmak üzere: — Hayreddin Paşa’dan geçen sene bize ettiği kancıklığın hesabını alırız yahut cümlemiz serden geçeriz! Diye mertlik davası kılıp, bizi arzulayıp gelmekte imişler. Ben ise Eğriboz’dan kalkıp Preveze’ye gelmiş idim. Kafir donanmasının bizi aradığını haber alınca karakulak çıkardım. Benim yürük bir işkanpavyem vardı. Onu karakulak olmak üzere yanımdan ayırmazdım Çok yürük idi. Öyle ki, uçar kuşa hükmederdi. Dokuz oturak idi. Kerestesi safi incir ağacındandı. Raisi bir bahadır gazi dilaver yiğit idi. Varıp kafir donanmasından bir haber getirsin diye bunu gönderdim. İşkanpavye yola çıktığının üçüncü günü, kafir donanmasının karakulağına ras gelmiş. Kafir teknesi kaçmayı murat etmiş. Ol dahi yürüklüğüne güvenir idi. Amma, el elden üstündür demişler. Kafir karakulağı bizim işkanpavye önünden bir adım atmaya iktidarı olmamış, tutupalmışlar bize getirdiler. — Ne var ne yok? Dedim Onlar da saklanmayıp olduğu gibi söylediler. Biz donanmadan ayrılalı bugün sekiz gündür. Barbaroşo’nun donanması Preveze’de, diye bir haber geldi. Onun için bizi gönderdiler. Bakalım bu haber gerçek mi, diye. Geldik, tutulduk Biz donanmayı filan yerde bırakmıştık. İki üç güne kadar buradadırlar. Hepsi yüz yirmi pare yelkendir. Venedik, İspanyol, Papa, üçü birlik olmak üzere seni aralar.

Artık gerekeni senbilirsin! Dediler. Bu haberi alınca, Cenab-ı Hakk’a: — Yarabbi sen nusret ihsan eyle, ümmet-i Muhammed’e! Deyu dua eyledim.

Preveze Deniz Savaşı

Kafir donanmasının ise o gece üzerine bir pus çöktü ki birbirlerini görmek oldular Benim limandan çıkacağımı ise hiç zannetmiyorlardı. “Barboroşo bizden korktu, gayri limandan taşra çıkmaz.” Derlerdi. Zira kafirler gelip oraya lenger-endaz olalı üç günolmuştu. Bizden bir hareket görmediklerinden böyle kanaatgetirmişlerdi. Amma, düşman düşmanın halinden bilmez, demişler Bizim yattığımız Preveze limanından öyle olur olmaz rüzgar ile çıkılmaz idi. O sebepten çıkışı rüzgarın içerden eseceği bir mübarek saate tehir etmiş idim. Seksen parelik donanmamı üç bölük ettim. Tenbih ettim ki: “Bizim gemi alayı kafirin alayına karşı olsun. Bizim firkate alayı kafirin firkatealayına, kalite alayı kafirin kalite alayına mukabil olsun!” Böylece taksim edip at başı beraber İslam donanması kafir donanmasının üzerine gitmekte olduk.

 Amma kafirler karanlık pusun içinde, demir üzerinde kendi havalarında yatırlar idi. Bizi ardımızdan sürüp oraya getiren nusret rüzgarı, varıp kafir donanmasının üzerindeki pusu da dağıttı. Kafirler gördüler ki islam donanması üzerlerine bindirip varır. O zaman kafirlerin içinde, bir ana buba günü bir şaşkınlık, bir rubulya koptu ki, demek olmaz! Daha alaca karanlık olduğundan demirlerini kesip birbirlerinin üzerlerine düşüp, kafir donanmasiyle Müslüman donanması karmakarışık oldular. Otuz altı pare geminin önünde olarak, forsa sancaklarını dikip foralabanda arslanlar gibi yollu yolunca ateşlerimizi saçarak cenge giriştik. Kalite alayımız kafirlerin kalitelerini allak bullak edip kimini alıp, kimini batırmakta, kimisini ise kafirler bırakıp kaçmakta idiler. Firkate alayı dahi, kafir firkatelerinin kimini alıp, kimini baştan kara edip, kiminidahi koğup gitmekte idiler. Elhasıl kafir donanması münhezim olup, asakir-i İslam mansur ve muzaffer oldu. Kafir gemilerinden sekiz paresi kuru tekne olarak on beş tanesi alındı, yedisi batırıldı. Kafir kalitelerinden yedisi cenk ederek, ikisi içindekilerin bırakıp kaçmasıyle dokuz kalite alındı. Kafir firkatelerinden on iki pare firkate alındı. Netice-i kelam kafirlerin yüz yirmi pare donanma-yı menhuselerinden otuz altı adet tekne alındı, kalanı firar edip gittiler. Firkateler ve sandallar deryanın yüzünden kafirleri devşirdiler, kimisi de boğulupcehenneme gitti. İkibin yüz yetmişbeş kafir esir alındı.

Oruç Reis’in Şehadeti-

Amma bu Tlemsen Sultanı da İspanyol kafirinin elinde zebundu. Halk,

İspanyol’dan, hem de öz sultanlarından zulüm görürdü. Nice zamandır

Tlemsenliler, Cezayir şehrine gelirler, ağam Oruç’ un eşiğine yüz sürerler,

adalet isterlerdi. Ağam Oruç, Tlemsen’i almaya da kararlıydı. Fakat

Tlemsen çok uzaktı: Ta Fas’ın yanıbaşındaydı. Derya üzerinde değildi.

İçerideydi. Gemiyle gidilemezdi. Sultan’ın Arap’tan ve İspanyol’dan büyük

ordusu vardı. Tlemsen şehri, Cezayir şehrinden sonra Cezayir ülkesinin en

büyük beldesiydi. Burasını fethetmek müşkül işti.

Amma Tlemsen fetholunmadıkça da, Cezayir ülkesi sükun ve huzur

bulmazdı. Tam bu sırada Tlemsen halkı ayaklandı. Sultan kaçtı. Ahali

ağama bir heyet gönderip, bundan böyle sultan olarak kendisini tanıdığını

bildirdi. Oruç Reis, gayetle sevindi. Böyle cenksiz bir ülkeyi almaktan çok

hazzeyledi.

Tlemsen’in Oruç’un sultanlığını tanıması, İspanya’da büyük telaş

uyandırdı. İspanya’nın Afrika’daki en büyük kumandanı, Vahran(*)

kalesinde otururdu. Vahran, Cezayir ülkesinin batısında, İspanya ile karşı

karşıya, büyük bir limandı. Çok metin bir kalesi vardı. Binlerce asker bu

kalayi muhafaza ederdi. Tlemsen, Vahran’daki İspanyol nezareti ve

tasallutu altındaydı. Ağam Oruç, Tlemsen’e hakim olunca, Vahran ile olan

bütün münasebetlerin kesilmesini buyurdu. Vahran’daki İspanyol

kumandanının çok askeri vardı. Fakat gene de İspanya’dan imdat diledi.

Ağam Oruç, kışı Tlemsen’de geçirmeye karar verdi. Yanında 4000 askeri

vardı. Fakat bütün bir kış, Cezayir gibi yeni fethedilmiş bir kaleyi adeta boş

bırakmaya razı olmadı. Cezayir şehri elden giderse, bütün Cezayir ülkesi

elden giderdi. 3000 askerini Cezayir şehrine gönderdi. Kendisi 1000

askerle Tiemsen’de kaldı(**).

Ağamın gayesi, baharda Tlemsen’den Vahran üzerine yürümekti. Ağam

Tlemsen’deyken ben Cezayir şehrindeydim. 3000 levent geldi. Ağam

onlarla beraber bana 150 yük akça(***) da göndermişti.

(*) Oran

(**) Tlemsen-Cezayir yolu kuşuçuşu 450 km’dir. Vahran, Tlemsen’in 100

km. kuzeydoğusundadır

(***) Bugünkü satın alma gücü 180 milyon TL. kadardır

Oruç Reis, Tlemsen’de yalnız İspanyollar’ın değil, şehirden kaçan

sultanın da tehdidi altındaydı.

Sultan etrafına külliyetli miktarda çapulcu toplamıştı. Fırsat gözlüyordu.

Bir yandan da Vahran’daki İspanyol kafirine name üzerine name yazıyor,

imdat istiyor:

“Türk korsanlarının elinde kaldım,” diyordu; “bir akçamı ellerinden

kurtaramadım. Hani kralınızın şevket ve azameti nerededir? Üç buçuk

korsan makuulesiyle başa çıkamaz mısınız?”

Vahran kumandanı, Tlemsen Sultanı’na 20000 altın gönderdi. Büyük bir

ordu toplamasını söyledi. Baharda kendisi de Vahran’dan çıkacak,

İspanyol-Arap ordusu, Tlemsen’e, ağamın üzerine yürüyecekti. Tlemsen

Sultanı, türlü vaatlerle Berberiler’den 20000 asker topladı. Vahran’dan da

10000 kişi yardıma geldi. Bu 30000 asker, Tlemsen’e teveccüh ettiler.

Başlarında Vahran kumandanı vardı. Çok mütekebbir, mağrur bir

köpekti(*). Ağam Oruç gördü ki bu kadar kuvvete açıkta mukavemet

imkanı yoktur. Şehri boşalttı, kaleye çekildi. Kafirler Tlemsen şehrine

girdiler ve akla gelmez rezaletler yaptılar. Kaleyi de muhasaraya

başladılar.

(*) Gomares Markisi

Ben Cezayir şehrindeydim. Tlemsen’de ahvalin kötüye gittiğini haber

aldım. 1000 leventle 2000 Arap atlısı hazırladım. Ağam İshak Reis’in

emrine verdim. İki, üç konağı bir günde alıp tez Oruç Reis’in imdadına

yetişmesini söyledim. İskender Kethuda da İshak Reis’le beraberdi. Oruç

Reis, ağam İshak’ın yetiştiğini öğrenince, bir an evvel onunla birleşmek

için Tlemsen kalesinden çıktı. Kale, Tlemsen Sultanı’nın eline düştü. Oruç

Reis’le İshak Reis birleştiler. Ağam Oruç, Tlemsen’i geri almak çarelerini

düşünmeye başladı. Tlemsen Sultanı, yüzlerce yıldan beri saltanat süren

bir hanedanın son hükümdarıydı. Bu hanedan, geçmişte çok şevketli

günler yaşamış, bir ara bütün Cezayir ülkesine hakim olmuştu. Ağam

Oruç, böyle bir hanedanı taht ve tacından mahrum etmek istemezdi. Şu

şartla ki, İspanyollar’la işbirliği yapmasın ve bizim yüksek hakimiyetimizi

tanısın. Bu şartları kabul etmediği takdirde, sultanı saltanatından mahrum

etmeye mecburduk.

Ağam Oruç, 2000 leventle tekrar Tlemsen önlerine geldi. 10000’den

fazla İspanyol ve Arap karşı çıktı. Üç, üç buçuk saat, azim cenk oldu.

Kılıçlar al kana boyandı. Kafirlerin çoğu ecel şarabını içti. Ancak üç, dört

yüzü sağ kaldı. Hepsi esir alınıp Cezayir’e gönderildi.

İspanya kralı Karlos, Vahran’daki valisine bir ferman gönderdi “Eğer

başın sana lazımsa, Oruç Reis’ten gayri bütün Türkler’i kılıçtan geçiresin,

Oruç Reisi sağ olarak esir alıp İspanya’ya gönderesin, ben onu ne şekilde

ölümle öldüreceğimi bilirim” diyordu.

Kralının bu emri üzerine Vahran valisi, otuz-kırk bin kişiyle ağam

Oruç’un üzerine yürüdü. Tam üç ay cenk etti. Fakat ağam teslim olmadı.

Vali, kumandanları topladı, dedi ki:

“Bu Türkler, gayetle inatçı bir kavimdir, helak olur, teslim olmazlar.

Daha bu kale önünde ne zamana kadar beklemek mümkündür? Gelin

Türkler’e bir elçi gönderelim. Silahlarını alsınlar, kaleyi bize bırakıp

gitsinler. Amma, yiyecekleri tükenmişse bunu kabul ederler.

Tükenmemişse, son fertleri helak olmadan silah bırakmazlar!”

Ertesi sabah İspanyol elçisi Oruç Reis’in huzuruna çıktı. Ağam,

levendlerine:

“Ne dersiz oğullar,” buyurdu; “elçiyi dinlediniz.”

Leventler:

“Elbette diri kalmak, ölmekten yeğdir,” dediler; “çıkıp Cezayir’e gider,

sonra gelir kalemizi yeniden alırız. Amma gerçek tedbir nedir, siz daha iyi

bilirsiniz.”

Oruç, kaleyi teslim etmeye razı oldu. Kafirler gayetle sevindiler. Amma

maksatları o idi ki, leventler kaleden çıkınca kılıç üşürüp bir avuç Türk’ün

işini bitireler. Yoksa sözlerini tutmaya zerre kadar niyetleri yoktu. Zira

Türkler’i bıraktığını öğrenirse, Karlos Kral, Vahran valisi olacak namerdin

başını kestirirdi.

Oruç Reis, çoğu yaralı ve aç, günlerdir uyuyamış ve ellerinden silah

bırakmamış bir avuç levendiyle kaleden çıktı. Bir konak gitmemişti ki,

ardından on beş yirmi bin kafir yetişti:

“Silahlarınızı bize bırakınız,” dediler; “sağ çıkıp gittiğiniz yetmez mi?”

Oruç Reis:

“Ölmek,” dedi; “silah teslim etmekten yeğdir. Ölüm ne ola ki korkalım.

İnsan bir kere ölür, amma namı kalır.”

Ümitsiz bir cenk başladı. Leventler kaçar, kafir kovalardı. Kafir

yetiştikçe ağam cenk veriyor, fakat her vuruşmada birkaç levent daha

şehit düşüyordu. Zaten cümlesi 340 leventti. Nihayet Oruç Reis, bir ırmağa

can attı. Leventlerin yarısı da köprüyü geçmişlerdi ki, İspanyollar yetişti.

Köprüyü atmaya hazırlanan ağam, levendlerinin feryadına dayanamadı,

hepsini bir baba evladını nasıl severse öyle severdi. Geri döndü. Askerlik

ve tedbir onu icap ettirirdi ki, ağam, yanındaki leventlerle beraber

Cezayir’e gele ve sonra dönüp yoldaşlarının öcünü ala. Fakat Oruç Reis’e

leventleri: “Baba”(*) derlerdi. Bir baba ne mümkündür ki oğullarını kılıç

altında bırakıp kaça. Oruç Reis köprüyü gerisin geriye geçti. Kafir

deryasına dalıp kılıç üşürmeye başladı. Ancak leventler o kadar

mecalsizdiler ki, bazılarında, kılıç kaldıracak güç kalmamıştı. Zaten

Afrika’nın kızgın bir günüydü. Susuzluktan dudaklar şerha şerha çatlamıştı.

Oruç Reis’e belki yüz kişi birden kılıç üşürdü. Ağam şehit düştü.

Mübarek başı kesilip İspanya Kralı’na gönderildi. Büyük ağam İshak Bey

de bir kaç ay önce Kal’atu’l-Kıla’da şehit düşmüştü. Dört karındaştık.

Üçünün şehadetini gördüm. Ne hikmettir ki Ulu Tanrı yalnız bana şehadeti

nasip buyurmadı. Demek karındaşlarım benden çok mübarek kullarmış.

Tanrı hepsine rahmet, makamlarını cennet eylesin! Amin, bi-hürmeti

Seyyidi’l-Mürselin!

(*) Cumhuriyet devrine kadar Türk bahriyelileri subaylarına “beybaba”

derlerdi. Böyle hitap etmek gelenekti. Altmış yaşında bir bahriye neferi,

bıyıkları yeni terlemiş teğmenini böyle çağırırdı.

Ağamın şehadet haberi Cezayir’e geldikte ben artık bir tek gaye için

yaşamaya azmettim.

O da, ağamın yolunda gitmek, Afrika’yı ve Akdeniz’i kafirlere dar etmek

gayesiydi. Bu gaye olmasaydı, ağamın ardından yaşamanın ne değeri

kalırdı? Ancak zaaf gösterecek zaman değildi. Ağlamaya bile vakit yoktu.

Afrika’da biz bir avuç Türk, göz açıp kapayıncaya kadar yok olabilirdik. Çok

tedbirler aldım. Ancak düşman kendinde, Cezayir şehrine kadar gelecek

gücü bulamadı. O kışı hazırlıkla geçirdim. Uyuyuncaya kadar bir dakika

boş durmazdım ki, aklıma ağam gelmesin. Amma gece düşüme girer, pek

mahzun kalkar, unutmak için hemen işe sarılırdım. Bütün gemilerimi,

toplarımı, cephaneliklerimi gözden geçirdim, yeniledim. İspanyol kafiri:

“İsa’ya şükürler olsun,” derlerdi; “belanın büyüğünden kurtulduk. Şimdi

tez zamanda belanın küçüğüne de bakıp işimizi tamamlayalım ki, yılan

büyüyüp başımıza ejder kesilmesin.”

İspanya kralı Karlos’tan(*) bir elçi geldi. Bana diyordu ki:

“Ağan ölmüş, leventlerinin çoğu kılıçtan geçirilmiş, kolun kanadın

kırılmıştır. Ağan olmayınca sen kimsin ki en kudretli Hristiyan hükümdarı

olan bana kafa tutacaksın? Ne yapmayı ümit edebilirsin? Gemilerini,

leventlerini alıp Cezayir’den çık git, bir daha da zinhar Afrika’ya ayak

basma. Bu sana son lütfumdur. Yakında Cezayir’e derya dolusu gemi

yollamam mukarrerdir. Seni hala orada bulup ele geçirirsem, akıbetin

vahim olur!”

(*) İspanya, Napoli, Sicilya kralı, Almanya imparatoru, Hollanda –

Belçika hükümdarı olan Charles-Quint

Ben Cezayir sultanıydım. Eğer ki, Al-i Osman padişahının naçiz bir kulu,

basit bir beylerbeyisi idim. Amma ki Avrupa’da namım “Cezayir kralı” idi.

İspanya Kralı’nın bana böyle hitap etmesi gayetle haddini bilmezlikti. Çok

ağır bir name yazıp kendisine yolladım. Cevabımı alınca, Cezayir önlerine

derya misali donanmalarıyla geldiler. Karaya çıktılar. Fakat kışın iyi

hazırlanmıştım, böyle bir şeyi de bekliyordum. İspanyollar büyük zayiat

verdiler. 20000 kafirden birçoğu kırıldı, yedi sekiz yüzü:

“Mayna Sinyor!” deyip bize teslim oldular. Gerisi teknelerine can attılar,

kralları Karlos’un haysiyetini beş paralık ve yüzünü kara edip defolup

gittiler. Afrika’da Türk’ün şanı yüceldi, namımız bütün Avrupa’da duyuldu.

Cezayir’de tam 13000 kafir esiri birikmişti. Bunların yirmi dördü, frenklerin

“amiral” dedikleri büyük kaptanlardı. Bunları zaptetmek de bir meseleydi.

Bir defasında zincirlerinden boşanmışlar. Kaçmak istediler. Zorlukla ele

geçirdik. Büyük vuruşma oldu. Esirlerin üç yüzü öldü.

Şevketlü Sultan Selim Han Hazretleri namına sikke kestirip hutbe

okutturdum. Maksadım bu idi ki, bütün Afrika’da Cihan Padişahı’ndan

başkasının namına sikke kesilmesin. Afrika’da Araplar’ın en büyük

hükümdarı Fas Sultanı idi. Fas Sultanı’nı alt etmeden, Afrika’da Türk

hakimiyetini tamamlamak ihtimali yoktu. Bir gün Cezayir’de Afrika’daki

Arap emirlerinden birkaçını kabul etmiştim. Kendilerine dedim ki:

“Cihan Padişahı olan Selim Han, şimdi aynı zamanda peygamberimizin

halifesidir. Siz nasıl olur da aynı zamanda İslam halifesi olan Cihan

Hakanı’nı bırakıp Fas Sultanı namına hutbe okutup sikke kesersiniz? Varın

hakanımızın namına sikke kazdırın. İstikbaliniz, ikbaliniz ve devletiniz bu

yoldadır. Veyl bu yoldan ayrılacak biçarelere!”

Sultan Selim Han efendimize mutemet adamlarımdan Hacı Hüseyin

Ağa’yı gönderdim. Hüseyin Ağa, 21 gün derya yolculuğundan sonra

cihanın incisi İstanbul şehrine vardı. Yalı Köşkü’nde Sultan Selim Han

tarafından kabul edildi. Acizane peşkeşlerimi padişahımıza sundu. Bu

peşkeşler, 20 Frenk oğlanı köle tarafından taşınıyordu. Selim Han

peşkeşleri lütfen ve tenezzülen beğendi. Hüseyin Ağa’ya hıl’atler giydirildi.

Kaptanlarıma miriden konaklar tahsis edilip konuklandı. Hüseyin Ağa

padişahımızdan sonra devlet erkanı tarafından da kabul edildi. Onlara da

acizane hediyelerimi sundu. Cihanın taht şehri olan İstanbul’da tam 41

gün kaldı. Leventlerim 41 gün şanlı taht şehrimizi gezip eğlendi. Vaktin

hitamında hareket edildi. Hakanımız Selim Han, Cezayir teknelerini

seyretmek üzere Yalı Köşkü’nü teşrif buyurmuşlardı. Gemilerim, bütün

toplarını ateşleyerek şanlı büyük hakanımızı selamladı. Hacı Hüseyin Ağa,

veda için Selim Han’ın huzuruna çıktı. Yedi kere yer öpüp padişahımızı

ululadı.

Hakanımız, Hüseyin Ağa’ya bir ferman-ı hümayun verdiler ki, kendi el

yazılarıyla yazılan bu ferman, beni Cezayir beylerbeyiliğine tayin ediyordu.

Böylece şanlı devletimizin bir beylerbeyisi oluyordum. Bana verilmek üzere

Hüseyin Ağa’ya mücevherli bir kılıç, sırmalı bir hıl’at ve bir beylerbeyilik

sancağı teslim edildi. Hakanımız, Hüseyin Ağa’ya dedi ki:

“Baka Reis, işbu kılıcı Hayreddin Paşa kuluma götür, şan ve şerefle

takınsın. Hıl’atimi giysin ve sancağımı zinhar yanından ayırmayıp mansur

ve muzaffer gazalar eylesin. Cümle duam berekatı sizinle biledir. Hemen

Cenab-ı Hak, Cezayir’deki bütün mücahit kullarımın yüzünü iki cihanda ak

eylesin. Amin, bi-hürmeti Seyyidi’l-Mürselin!”

Hüseyin Ağa, İstanbul’dan hareketinin sekizinci günü Mora’nın

güneyinde Koron limanına varıp demir attı. Limanda 8 pare Venedik gemisi

ile sayısız Türk gemisi yatardı. Hüseyin Ağa, Venedik gemilerinin amiraline

bir nezaket ziyareti yaptı. Amirale dedi ki:

“Artık Cezayir toprağı, Selim Han’ın mülküdür. Efendim Hayreddin Paşa,

bir Osmanlı beylerbeyisidir. Donanmamız da, Donanmay-ı Hümayun’un bir

parçasıdır. İstanbul’dan nece buyruk alırsak ana göre hareket ederiz.

Padişahımızla dost iseniz, Cezayir gemilerinden de korkunuz olmasın.

Düşman iseniz, biz de Akdeniz’i size dar ederiz.”

Hüseyin Ağa, Koron’dan hareketinin sekizinci günü Cezayir’e geldi.

Böylece İstanbul-Cezayir yolunu 16 günde almış oldu. Derhal Hüseyin

Ağa’yı ve İstanbul’dan dönen kaptanlarımı çağırdım. Padişahın ihsanlarını

kemal-i tazim ile aldım. Öpüp başıma koydum. Kılıcı kuşanıp hıl’ati sırtıma

geçirdim. Selim Han’ın şanlı sancağını başımın üzerinde yüksek bir yere

astırdım. Azim ferahlık buldum. Artık İspanyol kafiri bile benimle başa

çıkamazdı. Çünkü arkamda Selim Han gibi bir cihan hükümdarı vardı. Ne

istesem lütf-u inayetini benden esirgemezdi. Gece büyük bir ziyafet

verdim. Bahşişler dağıttım. Eğlenceler düzenlenmesini emrettim. Hüseyin

Ağa, vazifesini istediğimden ala ve ümidimden fazla yapmıştı. Kendisini

Cezayir’de büyük bir vazifeye tayin edip mükafatlandırdım.

Büyük düşmanımız İspanyol kafiri idi. Buna şek ve şüphe yoktu.

Cenevizliler gibi başka kafir milletlerle de harp halindeydik. Ancak bir de

bizim Cezayir’e yerleşmemizden gocunan Cezayirli, Tunuslu, Faslı

hükümdar ve hükümdarcıklarla uğraşmak zorundaydık. Fasta büyük bir

hanedan olan Fas sultanları hüküm sürüyordu. Burası büyük bir devletti.

Fakat son zamanlarda iç kavgalarla dirliği ve düzenliği bozulmuştu. Şimali

Afrika’da Fas’tan başka ehemmiyetli bir devlet yoktu. Tunus ve Tlemsen’de

hüküm süren Hafsiler ve Abdulvadiler, eski ehemmiyetlerini külliyen

kaybetmişlerdi. Arkalarını İspanyol kafirlerine dayayıp bizimle gizli veya

açık mücadele etmek yolunu tutmuşlardı. Kendilerini ilk fırsatta ortadan

kaldıracağımı biliyorlardı. Niçin, izah edeyim:

Biz, Doğu Akdeniz’den Batı Akdeniz’e gelince önce Tunus’a ayak

basmış, Hafsi Sultanı ile anlaşmıştık. Bizim sayemizde Tunuslular zengin

oldular. Uzun zamandan beri mamurluğunu yitirmiş olan Tunus şehirleri

şenlendi, bolluk ve refah içinde yüzmeye başladı. Tunus Hafsi Sultanı,

İspanyol ve Ceneviz tasallutundan sayemizde kurtuldu ve gene

sayemizde, ödediğimiz haraçla hazinesini doldurdu. Kendisinden

memnunduk ve Tanrı bilir, ne ülkesinde, ne malında gözümüz vardı. Yoksa

elimize o kadar fırsat geçmişti ki, istesek kendisini ortadan kaldırmaya

muktedirdk. İşte bu şartlar içindeyken biz Cezayir’i fethettik, Tunus’tan

büyük bir devlet olduk ve en büyük Hristiyan devleti olan İspanya ile

amansız bir savaşa giriştik. Müslümanlık onu icap ettirirdi ki, bu amansız

savaşta Tunus Sultanı bizi desteklesin. Ancak Sultan, Osmanlı himayesine

girmemizden ve Selim Han’ın tebaası olmamızdan ziyadesiyle ürktü.

Biliyordu ki Osmanoğulları cihangir bir sülaledir ve Selim Han, birkaç yıl

içinde yüz Tunus ülkesi büyüklüğünde ülkeler fethetmiştir. Sanırdı ki,

hakanımız Selim Han’ın kendi fakir ülkesinde de gözü vardır. Bilmezden

gelirdi ki, hakanımın beylerbeyilerinin, Tunus sultanından daha bol toprağı

ve askeri olan nece sancak beyleri vardır. Netekim Selim Han’ın bir

beylerbeyisi olan ben, Avrupa’nın yarısına hakim olan İspanya kralı

Karlos’u birçok defalar mağlup etmiştim. İşte bu minval üzere Tunus

Sultanı ile aramız açıldıkça açıldı. Tek başına bana kafa tutamayacağını

bilen Sultan, bir taraftan İspanya’dan yardım isterken, diğer taraftan da

yerli emirleri aleyhimde kışkırtıyordu. Kışkırttıklarının başında, Tlemsen’in

Abdulvadi hanedanından inen hükümdarı vardı. Bu hükümdar, bana tabi

idi. Ancak el altından İspanya ile münasebet kurmaktan da geri

kalmıyordu. Tunus Sultanı’nın Tlemsen beyine yazdığı nameyi ele

geçirdim. Bu namede hulasaten deniyordu ki:

“Hayreddin Paşa denen izbandut, ağası Oruç’tan daha da büyük bir

beladır. Hele şimdi arkasını Sultan Selim Han’a dayamıştır. Onun için

gururuna son yoktur. İspanya dahil, cihana kafa tutmaktadır. Sultan Selim

Han, Hayreddin’i adam sanıp kendisine beylerbeyilik ve paşalık ve

murassa kılıç ve hıl’at ve sancak vermiştir. Hayreddin, Anadolu’dan

devamlı insan ve malzeme yardımı almaktadır. Tedbir budur ki, el birliği

edip Afrika’da bir tek Türk bırakmayalım. Şimali Afrika’ya ayak bastıkları

on yıl olmadığı halde Türkler, şimdi hepimize efendilik taslamaktadırlar.”

Barboros Hayrettin Paşa’nın Hayatı

Kaynak:

Barbaros hayreddin paşa’nın hatıraları’ndan (gazavat-i hayreddin paşa) alıntılardır:

Tercüman (M. ERTUĞRUL DÜZDAĞ)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir