Vav mı para mı
Vav mı para mı
Bir gün Hafız Osman, Eminönü’nden kayığa biner, “Üsküdar’a evladım” der. Sandalcı küreklere öyle bir asılır ki martılar geride kalır. Anında menziline varır, tekneyi usta bilek hareketleriyle iskeleye yanaştırır.
Bu maharet Osman Efendi’nin gözünden kaçmaz. Önce kesesinden bir gümüş çıkarır, sonra kamışını eline alır. Sıradan bir kağıda ufacık bir “vav” çizip akçenin yanına bırakır. Delikanlıya “tercih senin” der,”hangisini istersen onu seç”. Sandalcı nur yüzlü bu ihtiyarı memnun etmek için hattı alır.
Hafız Osman vedalaşıp uzaklaşır, o elindeki vav’a bakakalır. Hatta bir ara “ne yapsaydım” der, “acaba, akçeyi mi alsaydım?” Tam o sırada kağıdı gören çelebiler başına üşüşürler. Ondan bu hattı kendilerine satmasını isterler. Kayıkçı teklife güler:”Bir tek ‘vav’ para mı eder?”
Eder, eder. Yeterki sen satmaya rıza göster.
Ona öyle bir meblağ verirler ki sandalcının fesi başından düşer.
Olacak bu ya Hafız Osman dönüşte yine aynı sandala biner.
Genç kayıkçı “aman ne iyi” der, “bir vav daha çizdirirsek yaşadık.”
Sandal Eminönü İskelesi’ne yanaşır. Yanaşır ama ortada ne hokka, ne kamış vardır. Hattat akçeyi uzatınca sandalcı sözü dolaştırır.
“Aman efendim, niye zahmet buyurdunuz,ufacık bir vav çizseniz kafi idi”
Mübarek bilmiş bilmiş gülümser “Al bakayım paranı” der,”eğer tek harfi bile servet eden bir hattat olmak istiyorsan yanıma gel, buralarda zayi olma.”
Öyle de olur.
Sandalcı o gün küreği bırakır, ertesi gün meşke oturur.
Zaten mübareğin ömrü kabiliyet keşfetmek ve talebe yetiştirmekle geçer.